Eski Türkler |
Orta okul ve lisede tamamen yüzeysel ve janjanlı bir tarih okuduğumuz
konusunda herhalde herkes hem fikirdir. Öyle bir psikolojik dolduruş
vardı ki sanki biz Türkler tarihin başlangıcından beri hep Müslüman
olarak yaşamıştık! “Nasıl Müslüman olduk?” sorusu “nasıl Türk olduk?”
kadar saçma sapan bir soruydu.
Zaten toplumdaki genel kanı İslamiyet öncesi Türklerin putperest,
kafir oldukları ve ahlaksızca bir hayat sürdükleri yolundaydı. Ancak,
bunun düzmece olduğu ortaya çıkınca bu kez Türklerin kendi dinlerine çok
benzediği için Müslüman oldukları, Allah ve Muhammet sevgisiyle elde
pala Viyana’ya kadar gidip her yeri şehit kanlarıyla suladıkları iddiası
gündeme getirildi.
İmdi, Yeniçeri ordusunun fethedilen yerlerdeki Hristiyan
ahaliden küçük yaşta “devşirilen” çocukların eğitimiyle oluşturulduğunu,
bunların “paralı askerler” olduklarını, emekli olana kadar maaş
aldıklarını, emekli olduktan sonra da devletin bunlara arazi, tarla, vs
verdiğinin bir kere daha ayırdına varırsak Viyana’ya kadar olan
toprakların fethinde en çok kimlerin kanının aktığını da anlamış oluruz!
İkincisi, madem bu iki din o kadar birbirine benziyordu o
halde Türkler niye Müslüman oldu ki? Vice versa Araplar Şaman olamaz
mıydı? (Türklerin özgün dinine Şamanlık yerine Gök Tanrı veya
Tengrizm/Tengricilik dini de denmekte olup bu konuda bilim adamları
arasında görüş birliği yoktur.)
Türkmen sultanatleri |
Türklerin 70 yıl kadar süren kanlı bir tarihsel süreç ve savaşlar
sonucunda Arap ordularına yenilerek kılıç zoruyla Müslümanlığı kabul
etmek zorunda kaldıkları artık gizlenmesine gerek olmayan bir
gerçekliktir. Müslüman Araplar kafir (!) Türkleri katlederek, mallarına
mülklerine el koyarak, kadınları ve kızlarını köle ve cariye yaparak,
Türk kentlerine Arap aileler yerleştirerek, Müslüman olmayanlara cizye
vergisi ve çeşitli yaptırımlar uygulayarak Türkleri ite kaka Müslüman
yapmayı başarmışlardır. Kuşkusuz, Müslüman olan Türkler ile Müslümanlığa
direnen kafir (!) Türkler arasında da çatışmalar ve savaşlar olmuştur.
Ancak, bu yazı kapsamında buna değinmeye olanak olmayıp Türklerin salt
Araplar ile olan savaşları ve ek olarak eski Türk inançları çok kısa bir
şekilde anlatılacaktır.
70 YIL SÜREN ARAP-TÜRK SAVAŞLARI
Muhammet’in damadı Halife Ali’nin öldürülmesinden sonra Emevi
hanedanlığı (661- 744) hilafeti devralmış ve bu dönemden başlayarak
Araplar ile Türkler arasından 670den 740 yılına kadar sürecek yoğun
çatışmalar ve savaşlar süreci başlamıştır. Bu 70 yıllık süreci mercek
altına aldığımızda, karşımıza yağmalanan Türk kentleri, katledilen, köle
ve cariye olarak satılan Türklerden oluşan kanlı ve karanlık bir tablo
karşımıza çıkar:
658 yılında Batı Göktürk devleti iç karışıklık ve Çin saldırıları
sonucu yıkılmıştı. Doğu Göktürkleri ise o sırada Çin baskısı
altındaydılar (630- 681). Bu nedenle, merkezi bir yetke ve
dayanışmadan yoksun, birbirinden bağımsız başına buyruk site ve
beylikler halinde “İpek Yolu” üzerindeki korumasız zengin Türk kentleri
İslam ve cihat inancıyla güçlenen Araplar için kaçırılmaz bir fırsat ve
av haline gelmişlerdi. O tarihlerde Türkmenistan (Aşkabat,
Merv), Tacikistan-Özbekistan (Buhara, Semerkant, Taşkent, Baykent),
Kırgızistan-Afganistan (Talukan) bölgeleri ile Maveraünnehir denilen
Seyhun-Ceyhun (Siriderya-Amuderya) nehirleri havzasında yaşayan Türkler,
alım, satım, takas ve ticari uğraşın yanı sıra madencilik (altın,
demir, bakır) ile de uğraşıyorlardı. Özellikle adı “zengin kent”
anlamına gelen Semerkant o devirde çok ünlüydü.
632de Muhammet’in ölümünden sonra Araplarda “halifelik” düzenine
geçilmiş, sırasıyla Ebubekir, Ömer, Osman, Ali halife olmuşlardı. İlk
kez Halife Osman (644-656) zamanında 2.700 kişilik bir Arap ordusu
Fergana’ya kadar geldiyse de Türkler tarafından yok edilmişlerdi.
Harbi saveşler |
Halife Ömer (634-644) döneminde de Hazar Türkleri Bulan Han
önderliğinde Arap istilasına tüm güçleriyle direnmişler, ancak, Halife
Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde çok kalabalık cihat orduları
karşısında Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalarak Araplarla barış
yapmışlar (737), Araplar bölgeden çekildikten sonra tekrar eski Şaman
dinlerine dönmüşlerdir!
Arap akınları Türkleri Müslümanlık’tan o kadar soğutmuş
olmalı ki bir tepki olarak Hazar Türklerinde Yahudilik resmi devlet dini
olarak kabul edilir (799). Hazar Türkleri VIII-IX. yüzyıllarda
“Hazar Barışı” diye anılan bir çağın öncülüğünü üstlenirler. Bu dönem
süresince dinsel hoşgörü gelişmiş, halkın çoğunluğu Şamanlığa bağlı
kalırken kağan ve yönetici sınıf Yahudilik, tüccar sınıf ise
Müslümanlığa geçmiştir. Bugün Kafkasya, Ukrayna ve Polonya’da yaşayan
Yahudi Karaylar (Karayim Türkleri) bu soydandır.
TÜRK KENTLERİNİN YAĞMALANMASI
Emevi halifesi I. Muaviye (661-680) zamanında Horasan’ı (Doğu İran)
ele geçiren ve burasını Türklere saldırı üssü olarak kullanan Araplar
Ubeydullah Bin Ziyat komutasında 24.000 kişilik bir orduyla Buhara’yı
kuşatır (673). Buhara Meliki Kibaç Hatun diğer Türk beylerinden yardım
istese de yardım kendisine gelmez. Arap orduları terör estirip kenti
yağmalayıp geri dönerler. Aynı yıl bu kere Osman’ın oğlu Sait
komutasında bir ordu yeniden Horasan’dan Buhara’ya doğru yaklaşır. Kibaç
Hatun bu kere barış antlaşması yapmak zorunda kalır. Araplar bunun
üzerine Semerkant’a saldırır, kent baştan başa yağmalanır, binlerce
Semerkantlı köle olarak satılmak üzere Horasan’a götürülür.
Halife Abdülmelik (685-705) döneminde Afganistan (Sicistan) seferi
başlar. Bölgenin Türk hükümdarı Rutbil cihat ordularına direnir ve kanlı
çatışmalar olur. 699 da Afganistan bölgesinden irili ufaklı bir çok
kent Araplarca yağmalanır. Abdülmelik ölünce yerine geçen oğlu Halife
Velit’in (705-715) komutanlarından Kuteybe İbni Müslim Baykent ve
Buhara’yı ele geçirir. Her iki kent baştan başa yağmalanır,
Budist ve Zerdüşt heykellerinden taş olanlar kırılır, altın olanlar
ganimet olarak alınır, direnenler kılıçtan geçirilir, kadın ve erkek
binlerce kişi köle yapılır . Arap aileler Baykent’e yerleştirilir. Türk
aileler evlerini Arap aileler ile paylaşmak zorunda bırakılır. İslami
kurallara uymayanlara, sünnet olmayanlara ağır cezalar verilir, her yere
camiler inşa edilir, Cuma namazı zorunlu hale getirilir..
Saveş Meýdani |
Şeriat ordularının amansız ilerleyişi karşısında Talukan (Kuzey
Afganistan) kenti teslim olur. Buna rağmen Kuteybe’nin askerleri 40.000
kadar Türk’ü öldürüp sağ kalanları kent girişindeki ağaçlara asarlar.
Aral Gölü’nün güneyinde bulunan Harzem bölgesini yakıp yıkıp halkı
kılıçtan geçirirler. Bundan sonra Arap ordusu Semerkant üzerine yürür.
Taşkent ve Fergana’dan yardım gönderilir, fakat birlikler Araplar
tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler. Semerkant teslim olur.
Horasan’da ordusunu yeniden hazırlayan Kuteybe en son Kaşgar’a doğru
yola çıkar (715). Kaşgar günümüzde Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk
Bölgesi’nde bir kenttir. O sırada Halife Velit ölmüş yerine Süleyman
İbni Abdülmelik (715-717) geçmiştir. Bu yeni Halife ile arası iyi
olmayan Kuteybe Kaşgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır,
ancak yakalanıp öldürülür..
Yeni halife, Kuteybe’nin yerine Yezit İbni Muhellep’i sefere
gönderir. Yezit’in ilk işi Hazar denizinin batısına, Dağıstan bölgesine
saldırmak olur (716). Dağıstan Meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre
dayanır. Sonunda Dağıstan düşer. Kent yağmalanır ve 14.000 kişi
öldürülür. Yezit’in ordusu Hazar denizinin güney doğusunda bulunan
Gürgan kentine yönelir. Günümüzde İran’a ait bir kent olan Gürgan
(Gorgan) savaşmadan teslim olsa da 50.000 Türk acımasızca öldürülür.
717 yılından itibaren Arapların kendi aralarındaki çatışmalar
nedeniyle İslam ordularının saldırıları hız keser. Bunu fırsat bilen
Sogdia (Özbekistan-Tacikistan) bölgesindeki Türgişler (Türkeşler)
Araplara başkaldırır (720). Türgiş başbuğu Sulu Çor Müslümanlara karşı
başlatılan isyanın liderliğini üstlenir . Türk ordusu karşı saldırıya
geçerek 728 yılında Buhara’yı geri alır. Semerkant’ı Araplardan
geri almak için kuşatır. Ancak, Araplara destek birliklerin gelmesiyle
Türkler kuşatmayı kaldırmak zorunda kalır. 732’de Buhara’yı da terk
ederek geri çekilirler. Sulu Çor yardımcısı tarafından bir komplo sonucu
737 yılında öldürülür. Sulu Çor’nun öldürülmesinden sonra Türkler bir
daha toparlanamazlar..
Hakan |
Bu arada Arap saldırıları hız kesmeye başlarken Müslümanlığı
kabul eden Türklere ekonomik çıkarlar sağlanmakta, cizye olarak alınan
vergiler düşürülmekte, çok daha yumuşak politikalar uygulanmaktadır.
Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde Taşkent ve Fergana da
Arap ordularına teslim olduktan sonra (740) savaşlar sona erer. Araplar
Semerkant’a tamamen yerleşirler. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin
geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir, halkın kendiliğinden
Müslüman olması teşvik edilmeye başlanır.
TÜRKLER MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRA…
Görüldüğü gibi İslam’ın Türklere kabul ettirilmesi hiç de öyle güle
oynaya olmamış 70 yıl kadar süren bu kanlı süreç sonunda Arap
egemenliğine boyun eğen Türkler Müslüman olanlara sağlanan
ayrıcalıkların da etkisiyle eski dinleri olan Şaman- Göktürk dinini terk
etmeye başlamışlardır. Zaten bir süre sonra Abbasi devleti (750-1258)
dönemi başlayacak, Türk savaşçılar Arap ordularına katılacaklardır.
Nitekim 751 yılında Talas Irmağı (Güney Kazakistan) kıyısında
gerçekleşen bir savaşta ilk kez birleşik Arap – Türk orduları Çin
ordusunu yenince bu başarı da Türklerin Müslüman olmasını hızlandırmış,
Karlukların ardından Oğuzlar da İslam’a geçmişlerdir. İlk Müslüman Türk
devleti olan Karahanlılar’dan (840) sonra Oğuzlar Büyük Selçuklu
Devleti’ni (1040) kurmuşlardır.
ARAPLARIN TÜRK EGEMENLİĞİNE GİRMESİ !
Abbasi devletinin son dönemlerinde Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu
devletinin dağılmasıyla Anadolu’da bir sürü Türk beyliği/devletçiği
oluşmaya başlar. Bunlardan Osmanoğulları 1224 yılından itibaren
güçlenmeye başlayarak hızla devlet olmaya yönelir ve Anadolu birliğini
sağlar. Bu arada Abbasi hanedanlığının sona ermesiyle hilafet ve yönetim
Memluk hanedanlığına geçmiş ve Memluklar (Mısır) Devleti (1259-1517)
dönemi başlamıştır.
1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra Doğu Roma-Bizans’ın mirasına
konan Osmanlı Devletinin güneye doğru genişlemesiyle Türk-Arap
çatışmaları yeniden başlar. Ancak, bu kere Araplar Kahire yakınında
Ridaniye’de çok ağır bir yenilgiye uğrar. Üç gün süren sokak
savaşlarından sonra Kahire’nin düşmesiyle, Mısır Osmanlı topraklarına
katılır. Yavuz Sultan Selim halifeliği Araplardan devralır (1517).
Halifelik Osmanlı’nın yıkılışı (1922) ve hilafetin 1924 yılında
kaldırılmasıyla sona erecektir.
Eski türkler |
TÜRKLER NEDEN İSLAM’A DİRENDİLER?
Kuşkusuz, “Türkler madem Müslüman olacaklardı neden İslam’a bu kadar
çok direndiler? Neden bir türlü Müslüman olmak istemediler?” diye bir
takım sorular akla gelebilir tabi ki. Bu bağlamda Türk töresine ve
mitolojisine kısaca bir göz atarsak en azından teolojik açıdan bu
soruları yanıtlamak mümkün olabilir. (İslamiyet öncesi Türklerin
inançları, devirden devire, zaman ve mekana göre müthiş bir çeşitlik ve
değişkenlik gösterir.)
Her şeyden önce Türklerin bir peygamberi ve kutsal kitabı
olmamasına rağmen Türk destanlarında, masallarında ve Anadolu’da
yaşamakta olan bazı grupların (Yörükler, Türkmenler, Aleviler,
Mevleviler vs) gelenek ve göreneklerinde Türk töresine özgü inançların
izlerine hala rastlamak mümkündür. Türk töresi yüksek erdem,
dürüstlük, mertlik, onur, kadına saygı ve sevgi, yaşlılara itibar ve
hürmet ile hayvan ve doğa sevgisine dayanan bir yaşam birlikteliği
olarak özetlenebilir. Kadın erkeğin yoldaşı, acundaşı, kutlu ailenin
temel direğidir. Kadın ve erkek hep birlikte çoluk çocuk eğlenir, yemek
yer, dans eder, saz çalar, şarkı söylerler.
Doğa, kırlar, dağlar, göller, ırmaklar, hayvanlar, insanlar ve
onların tinleri (ruhları) hepsi birliktedir, birlikte yaşarlar. Acun ve
insan uyum içindedir. Şaman, kam, ya da, ozan-büyücü (druide) toplumun
tinsel (ruhsal) önderidir. Her şey, her zerre canlıdır, hayat doludur.
İnsanlara can vermeden önce gökte kuşlar gibi yaşayan tin “soluk, nefes”
anlamına da gelir. Ölüm soluğun kesilmesi, tinin tenden (bedenden)
ayrılması olarak algılanır. İnsan tini genelde kuş simgesindedir.
Tin ortak, tenler farklıdır. Hayvan ruhları da insan ruhları gibi
ölümsüzdür. Hayvanın ayrı, insanın ayrı evreni yoktur. Evren ve yaşam
birliği vardır. Bu tümlük ve ortak acun düşüncesi, kaynağını “Kök
Tengri” Gök Tanrı’dan alır. İnsan Gök’ün verdiği yaşam gücünü korumaya
ve çoğaltmaya çalışır. Bu yaşam gücü veya yaşam ruhuna “Kut” denir. Kut,
“uğurlu, kutsal, şanlı” anlamlarına da gelir. (Kutlu olsun deriz).
Gök, gökyüzü, gökler sadece tinlerin yerleşkesi değil, yaşam gücü
olan Kut’un da çıkış yeridir. Edilen dualarda para, pul, servet yerine
Tanrı’dan daha çok Kutsal Tin olan Kut’u vermesi istenir. Uzun yaşamın
kaynağı Kut’tur. Örneğin, toprağın çoraklaşması Kut’un kaybolması olarak
yorumlanır. Geyiklerin, kurtların, hayvanların yavrulaması, doğum
olayı, bereket, bolluk Kut’un gücüdür. Hristiyanlıktaki Kutsal Ruh
(Ruhulkudüs) gibi Kut doğrudan Tanrı’dan gelir.
Gök Tanrı acunu, göklerdeki yıldızları, güneşi, ayı kapsayan bir
varlıktır. Tengri sözcüğü hem somut gökleri, hem de soyut göklerin
ruhunu betimler. “Kök Tengri” Gök Tanrı anlamına geldiği gibi “Mavi Gök”
anlamına da gelir. Bu aynı zamanda insan soyunun, tüm canlı ve cansız
varlıkların kök ve kökeninin “Gök Tanrı” olduğunun gizli bir imgesidir.
Bu tanrı-acun-insan-canlılar tümlüğü ileriki yüzyıllarda -Platonizm’in
de etkisiyle- Tasavvuf (Mistisizm, Gizemcilik) ve Sufi felsefesindeki
“Varlık Birliği” (Vahdeti Vücut) inancının temellerini oluşturacaktır.
Gök Tanrı’nın yeryüzüne yansıması olan Umay bir bereket tanrıçasına
özgü tüm özellikleri taşır. Ürünler, ekinler, hayvanlar ve yavruları,
analar, gebeler, bebekler, çocuklar yeryüzü Tanrıçası Umay’ın koruması
altındadır. İnsan ölünce göğe uçar. “Öldü” yerine “sunkar boldı” (sungur
kuşu oldu), ya da, “uçuverdi” denir. Cennet’in adı “uçmag” dır.
Kötülerin gittiği “tamag” denilen cehennemde suçlular cezaları bitene
dek katran kazanlarına atılır.
TÜRKLER MÜSLÜMAN OLMASAYDI NE OLURDU?
Türkler Müslüman olmakla kendilerine yabancılaşmış, özgün
Türk aile düzeni yıkılmış, kadını ikinci plana atan, feodal aşiret
kurallarını (çok eşlilik, kölelik, ağır cezalar, cihat, vs ) dayatan
gelenek, görenek ve törelerine tamamen aykırı bir dinin boyunduruğu
altına girmişlerdir. Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam,
Yunus Emre, Mevlana gibi düşünür, bilge ve önderler bu dinsel
boyunduruğa kısmen de olsa direnmeye çalışmışlar, daha insancıl, daha
sevecen ve evrensel bir inanç arayışına girişmişlerdir.
Eğer Türkler Orta Asya’dan eski komşuları Çinliler ve Japonlar gibi
eski inançlarına bağlı kalmış olsalar, kendi Göktürk alfabelerini
kullanmaya devam etselerdi acaba ne olurdu? Türkler de Çinliler ve
Japonlar gibi bir dünya devi olmayı başarabilirler miydi? Bu iyi mi
olurdu, kötü mü olurdu? İyi ve kötüden öte nasıl bir Türkiye olurdu?
İleri demokrasi, açılım saçılım, zorunlu din dersi, imam-hatip vs vs
olur muydu, olmaz mıydı? İmdi sözü uzatmadan sanırım: ne laik
anti-laik, ne İmam Hatip okulları, ne zorunlu din dersi, ne türban, ne
çok karıyla evlenmek, ne çocuk evliliği, ne çocuk gelinler, ne huri ne
gılman, ne harem ne selam, ne helal ne haram, ne kafir ne gavur, ne
misvaklı diş macunu, ne haşema, ne kara çarşaf, ne saç, kıl, tüy, ne
hoparlörlü cami, ne de ılımlı İslam gibi dine bağlı ya da dinsel kökenli
sorunlar yaşamazdık herhalde değil mi?
Aşuk Köroglu |
BENGİ TAŞLARDAKİ YAZILAR…
Yüzyıllar öncesinin Türk yöneticilerinin halklarına yaptıkları
uyarıların, çağrıların bugün bile geçerliğini korumakta olduğunu görmek
ürpertici ve şaşırtıcıdır. Uçsuz bucaksız Orhun vadisinde,
Yenisey-Yedisu bölgesinde, yükselen dev taş yazıtlarda sonsuzluğa
yazılanların geleceğin, hatta bu günlerin bir öngörüsü gibi olduğunu
söylemek pek bir abartı gibi görünmedi bana:
No comments:
Post a Comment